25 Haziran 2016 Cumartesi

2008 yılında arşivimden bir yazı... Bugün geçmişe dönüp baktığım zaman, hiç bir şey için geç olmadığını her defasında hayretler içerisinde görüyorum. Her dem hayatın bize anlatacakları var, kulak vermek lazım.

O gün bu yazıyı yazarken yalnızdım, bugün elde var KAYRA...

BEN HANGİ YÜZLE VAZGEÇTİM DİYEYİM?

Ben vazgeçtiğimi söylemiştim ama içten içe, nereye vazgeçiyorsun, ip bir kere koptu mu kim/ne seni bağlayacak göğün tellerine, diye söyleniyor içimdeki ses. Yine hastanenin koridorunda sıra sıra bekleşirken, tanıdık simalar Hıdırellezden konuşmaya başladılar. Gül ağacından, güneşin doğuşundan, dileklerden, duadan uzun uzun konuştular. İlk kez, Tanrım ben de inanmak istiyorum, diye bir dua geçirdim içimden. Kim bilir belki de yorgun düşen zihnim bir parça canlanıverir, umut tohumları gül ağacının toprağında filizlenir diye.

Berbat, iç karartıcı, bütün kapıları kapayan, doktorları bile ikilemde bırakan raporum elimde doktorcumun odasına yöneliyorum. Bir doktor, eyvah ne yapsam, diye düşündüğü anda bende ne gül ağacına fısıldanan dilekler kalır ne de doğacak günlerin yüzüme bırakacağı ışıltı. Yine mi diyorum, hep yeni baştan başlıyor her şey, kötü olan hep aynı noktadan filizleniyor sanki iyi olanı da kurutuyor üstelik. Ben şimdi hangi göğün altına gizlensem, hangi ırmakta ıslansam hangi dağa çıksam içimin çürük yanlarını diriltmek için. Şükür ki sığınacak bir limanım var, umudun yeşerdiği tek adres.…

Elimde berbat raporumla öylece kalakalıyorum hastanenin bahçesinde. Bu bahçe beton yığınlara hayat veriyor sanki. Çabucak iyileşmek isteyen pencereye yaslıyor başını ve kargaların çığlığa boğduğu çam ağaçlarına bakıyor uzun uzun. Karga, çam ağaçları ve kediler…… Bu üçlü bir araya geldi mi, bilin ki türlü oyunlar ve düzenbazlıklar da peşi sıra gelecek. Her seferinde ‘perde’ diyor bana bu üçlü, vazgeçemem…

Bahçenin en ırak köşesine doğru yöneldim ve duvara oturdum. Aradan saatler geçmesine rağmen kıpırdamak dahi istemiyordum. Bir yanım ne yapacağımı sorgularken diğer yanım gül ağacında asılı duruyordu öylece. Karga hışımla bir dalın yüzüne dokunuyor çığlığını da eksik etmiyor üstelik. Ardından başka bir karga yalayıp geçiyor diğer karganın sırtını ve oyun başlıyor. Ağaçlar kime ne desin rüzgarla boğuşurken, gölgesinde berbat bir sayfayla öylece dururken ben…

Yetmiş yaşlarında, orta boylu bir teyze yanıma yaklaştı, ben farkında bile değilim. Eğildi ve yüzüme baktı uzun uzun: “Kara kara ne düşünüyorsun böyle, çocuğun mu var” dedi. Yüzüme o kadar yakındı ki yüzü, yeşilin iç içe geçen tonlarını gördüm gözlerinde. Tertemiz bir yüz ve inci gibi dişler… Berrak bir deniz gibi…

“Sorunlar hiç biter mi teyzem,” dedim. İlk soruyla birlikte bir nefeste sorulan ikinci soruya bir anlam veremeden daha doğrusu hayretler içinde, “çocuğum yok,” diyebildim. “tatlı bela” dedi, “onunla da olmuyor onsuz da”, “Sen daha çocuksun,” dedi büktüğü belini doğrultmadan. “Yok teyzem otuza merdiven dayadık”, dedim. “Sen güzel bir çocuksun,” diye diretti. Sonra yine “tatlı bela” dedi gözlerini ayırmadan.

“Sen niye buradasın teyze” diye sordum merakla, cevap vermedi, doğruldu ve arkasına bakmadan geldiği gibi gitti. “Bana dua et” diye seslendim arkasından, “tatlı bela” dedi, “onunla da olmuyor onsuz da”…
Bir süre öylece kalakaldım. Rüzgar daha bir serin esmeye başladı ve ben de kalktım yürümeye başladım, teyze ortalarda yoktu…

Neye yorsam bilemedim…

Hıdırellez…...

Ben şimdi hangi yüzle “vazgeçtim” diyeyim…?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder